MEKTEP Ne Demek, Kelime Anlamı, Sözlük Anlamı Nedir?

MEKTEP Ne Demek, Kelime Anlamı, Sözlük Anlamı Nedir?

 Sözlükte “yazmak” anlamındaki ketb kökünden mekân ismi olan mekteb (çoğulu mekâtib) “okul” anlama gelir; daha fazlaca mektebe benzer biçimde kütüphane için de kullanılır. Araplar okula küttâb da demişlerdir. Fakat dil âlimi Müberred küttâbın “tahsil gören çocuklar” (sıbyan) mânasına geldiğini söyler ve tedris meydana getirilen yere bu adın verilmesini yanlış kabul eder (Lisânü’l-ʿArab, “ktb” md.). Ancak Hz. Peygamber devrinden beri okuma yazma veya Kur’an öğretilen okullara küttâb denilmiştir. XIX. Yüzyıldan itibaren mektep kelimesi, geniş anlamda ve bugünkü okul karşılığında hemen derhal bütün öğrenim kuruluşlarının başına getirilerek kullanılmıştır. Ayrıca İslâm dünyasında mektep kelimesinin “branş” (mekteb-i felsefe), “ekol” (mekteb-i Meşşâiyyûn, mekteb-i revâkıyyûn), “tâlim” (mekteb-i İslâm), “yazıhane” (mektebü’l-berîd), “ajans” (mektebü’l-enbâ) ve “ticarethane” mânalarına geldiği de tanınmaktadır.


Tarihte malum en eski mekteplere makalenin buluş edilmiş olduğu Mezopotamya’da rastlanır. Burada öğrencilerin oturması için taştan yada kerpiçten sıraları olan bina kalıntıları bulunmuştur. Sumer ve Akkadlar’da “edubba” (tablet evi) denilen mektepler mâbede bitişik yapılır ve dersler din adamları tarafından verilirdi. Çivi yazılı belgelerde bu okulların tedris metotları ve düzeyi, öğrenci-öğretmen, veli-öğretmen ilişkileri benzer biçimde değişik mevzular hakkında muhtelif bilgiler yer almıştır (Chiera, s. 95 vd.; Kramer, s. 1 vd.).


Göçebe yaşamı yaşayan toplumlarda durağan mektep yapmanın imkânsızlığından dolayı tarihte Araplar çoğu zaman ümmî bir toplum olarak tanınmıştır. Câhiliye döneminde Mekke ve Medine şeklinde şehirlerde okuma yazma öğreten okulların varlığı hakkında bilgi mevcut değildir. Belâzürî Araplar’da yazının gelişimi üstüne malumat verir ve Kureyş’te okuma yazma bilen on yedi bireyin ismini sayar (Fütûh, s. 691-692). Medine’de de Araplar’dan okuyup yazan kimselerin sayısı azdı; bu arada bir yahudinin Arap yazısını bildiği ve Medineli ufaklıklara öğrettiği rivayet edilir (a.G.E., s. 694-695). Hicretten sonrasında burada konumu pek belli olmamakla beraber bir mektep müessesesinin varlığı açıkça görülmektedir. Hz. Peygamber’in, Bedir esirlerinden her okuma yazma bileni bunu on müslüman çocuğuna öğretmesi karşılığında özgür bıraktığı tanınmaktadır. Buradan bir yada birkaç sınıflı bir okulun oluşturulduğu ortaya çıkmakta ve Ali b. Muhammed el-Huzâî bunu kâfir bir öğretmenin müslüman küçüklere ders vermesi olarak değerlendirmektedir (Taḫrîcü’d-delâlâti’s-semʿiyye, s. 70-72). Vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sâbit de bu okulun öğrencilerindendi (a.G.E., a.Y.). Buhârî’nin bir rivayetine gore Ümmü Seleme, bir küttâb mualliminden kendisine yün ditmede yardım edecek birkaç çocuk göndermesini ve onların hürlerden olmamasını ister (“Diyât”, 27). Bu rivayetten hür, köle yada âzatlı evlatlarının birlikte öğrenim gördükleri anlaşılmaktadır. Bu durum, yakın yıllara kadar dünyanın birtakım ülkelerindeki devlet okullarında siyah-beyaz ayırımı yapılmasıyla kıyaslandığında ayrı bir önem kazanır.


Hulefâ-yi Râşidîn devrinde ve özellikle Hz. Ömer zamanında bu tür okullar yaygınlaşmıştır; onun getirdiği yenilikler içinde mektep tesisi ve muallimlere maaş bağlanması da sayılmaktadır (Şiblî Nu‘mânî, s. 514; Abdülhay el-Kettânî, III, 107). Bazı rivayetler de bu dönemde okulların varlığına ışık tutmaktadır. Meselâ Ebû Hüreyre’nin bir küttâb muallimine uğrayarak ondan ehemmiyet verdiği bir mevzuyu bahsetmek için çocukları toplamasını istemesi ve toplanan evlatların gürültü yapmamaları için uyarı edilmeleri tam bir okul veya sınıf manzarası çizmektedir (İbn Ebû Şeybe, VII, 498). Abdullah b. Ömer’in de mektep çocuklarına selâm verdiği rivayet edilir (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 223). Emevî ve Abbâsî devirlerinde mektepler gelişerek devam etmiştir. 105 (723) senesinde vefat eden Dahhâk b. Müzâhim’in Kûfe’de 3000 civarında çocuğun okumuş olduğu büyük bir mektep inşa ettirip burada fahrî öğretmenlik yapmış olduğu bilinmektedir (DİA, VIII, 411). Emevî Valisi Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’nin de gençliğinde Tâif’te öğretmen (müktib) olarak çalmış olduğu nakledilir (DİA, XIV, 427).


Mekteplerin hepsinin ilk dönemlerden itibaren hususi bir binaya haiz olmadığı şüphesizdir; genellikle hocalar mahallenin mescidinde bir ders halkası kurarlardı. Ancak erken sayılabilecek bir devirde camilerin yanında müstakil mekteplerin yapıldığını söylemek mümkündür. Çocuklar mektepte okuma yazma öğrendikten ve Kur’an’ı hatmettikten sonra daha ileri seviye derslerine mescidlerde devam ederlerdi. Mektebe giden çocuklar yanlarında yazı yazacakları bir levha götürürler ve bunu temizlemek için su dolu bir kaba daldırıp bir bezle silerlerdi. Bu su silinen yazılara hürmeten deniz, kuyu veya bir akarsuya ya da çiğnenmeyecek biçimde pak bir çukura dökülürdü.


Ders müfredatında çoğu zaman okuma yazma, dilbilgisi, Kur’an, hadis, şiir ve matematik bulunur, program daha fazlaca Kur’an çevresinde şekillendirilirdi. Yazı alıştırmalarında günümüz okullarındaki fişleri andıracak biçimde birtakım Kur’an âyetleri kullanılırdı. Ancak âyetlerin tahrifinden korkulmuş olduğu ve lafza-i celâlin silinmesi çirkin görüldüğü için birtakım şiirlerle güzel sözler de bu maksatla kullanılmıştır. Genelde mektepler okuma yazma ve Kur’an eğitimi verenlerle dil vb. Hususlar üzerine eğitim verenler olmak üzere ikiye ayrılıyordu (Ahmed Çelebi, s. 36 vd.). Mekteplerin eğitim tarihi açısından erken sayılacak bir dönemde çok ileri bazı metotlar geliştirdiği görülmektedir. Meselâ günümüzdeki zekâ testi sonuçlarına göre öğrenim verilmesi benzer biçimde öğrencilere zekâ ve kabiliyetlerine nazaran ders veriliyor, öğrenciyi henüz tahsil yaşamının başında iken bıkkınlığa ve ümitsizliğe düşürmemeye çaba gösteriliyordu. Başarılı olan öğrencilere caddelerde resmigeçit yaptırılır ve üzerlerine badem vb. Atılarak öğrenciler ödüllendirilirdi.


Mektep muallimliği bir dönem için horlanmıştır. Bunda bir kısmının bilgilerinin sathîliği, bir kısmının savaştan kaçma şeklinde sebeplerle bu mesleğe girmesi, bir kısmının da çocuksu davranışlar sergilemesi rol oynamıştır. Adam Mez muallimlerin horlanmasında Yunan menşeli rivayetlerin etkisinin olduğunu, bundan dolayı onların öğretmeni gülünç şahsiyetlerden biri saydığını söyler (el-Ḥaḍâretü’l-İslâmiyye, I, 260). Fıkıh âlimleri her dönemde görülen, öğrenci-öğretmen ilişkilerindeki bazı problemler mevzusunda görüş bildirmişlerdir. Meselâ kendisi de öğrenimine bir küttâbda başlayan İmam Şâfiî, öğretmenin talebesini te’dib için dövmesi ve ölümüne sebep olması halinde rejim ödemesi gerektiğinden söz eder (el-Üm, VI, 173). Abdülkerîm b. Muhammed er-Râfiî el-Kazvînî’nin bir rivayetine bakılırsa Hz. Peygamber, Allah Teâlâ’nın kıyamet gününde yüzlerine bakmayacağı, tezkiye etmeyeceği ve horlayıcı bir azaba sokacağı üç derslik insanın ilki olarak yetim çocuğa gücünün yetmeyeceği ödevler vererek onu ezen küttâb muallimini sayar (et-Tedvîn fî aḫbâri Ḳazvîn, II, 127). Muallimlere ödenen ücretler sınırlandırılmamış, çocuk velisinin malî gücüne bırakılmıştır. Halifelerin, büyük devlet adamlarının ve bazı zenginlerin çocuklarına saray ve konaklarda ders veren müeddiplerin aldıkları ücretler çok yüksek olabiliyordu. Onlar için sıbyan muallimi tabiri kullanılmazdı. Sıbyan muallimlerinin ücretleri ara sıra yetersiz kalmıştır. Meselâ Sicilya’daki mektep muallimlerinin çoğunun yılda 10 dinarı geçmeyen bir maaşla çalıştığı tanınmaktadır (Ahmed Çelebi, s. 241).


Mektepleri genellikle halifeler, sultanlar, yüksek dereceli devlet memurları ve zenginler bina eder, tahsil harcamaları için vakıflar kurarlardı. Birçok yerde yetimlere mahsus hususi mekteplerin yapıldığı görülmektedir (İbn Kesîr, XIV, 81, 158). Kargaşa dönemlerinden mektepler de negatif etkilenmiştir. Taberî, 290 (903) yılı vakalarıyla ilgili olarak Karmatîler’in zulümleri içinde mekteplerdeki çocukları öldürmelerini de sayar (Târîḫ, V, 646).


Osmanlılar’da Mektep. Abbâsîler devrinde “küttâb” adıyla anılan mekteplere Karahanlılar veya Selçuklular’da “sıbyan mektebi” denildiği ve Osmanlılar’da da bu ismin kullanıldığı belirtilir. Osmanlılar zamanla bu tip mektepleri “dârütta‘lîm, dârülilm, muallimhâne, mahalle mektebi, taş mektep, mekteb-i ibtidâiyye” gibi adlarla da anmışlardır. Bu mekteplerin hocalarına “muallim”, yardımcılarına “kalfa” (halife) denilmiştir. Osmanlılar’da XIX. Yüzyılda mektep kelimesi bütün öğretim kurumlarını içerisine alacak bir genişlik kazanmış, hatta fakültelerin isminde bile yer verilmiştir.


Genel olarak Kur’ân-ı Kerîm öğrenimi etrafında toplanan program İslâm dünyasının farklı devletlerinde değişik şekiller arzeder. Mağrib’de (Batı Afrika) Kur’an tilâvetine hasredilen program Endülüs’te Kur’an tilâveti, Arap grameri, kompozisyon, şiir ve güzel yazıya; Kuzey Afrika’da Kur’an tilâveti, hadis ve dinî bilgilerle yazıya; Meşrik’ta Kur’an tilâveti, dinî bilgiler, şiir, büyük şahsiyetlerin lafları, sâlih kişilerin hikâyeleri, belli seviyede Arap dili ve birtakım hesap bilgilerinin öğretilmesine dayanıyordu.


Osmanlı sıbyan mekteplerinin programları başlangıçtan 1924 yılına kadar muhtelif değişiklik ve gelişmeler göstermiştir. Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’da kurduğu ilk dârütta‘lîmin vakfiyesinde “ta‘lîm-i kelâm-ı kadîm ve Kur’ân-ı azîm” okunmasını şart koşmuştu. II. Bayezid, İstanbul’daki külliyesine ilişkin vakfiyesinde sıbyan okulunun programını da vermektedir. Buna nazaran muallimhâneye belirleme edilecek öqretmen ve halife çocuklara Kur’an okumayı ve bazı ilmihal bilgilerini öğretecektir.


Daha sonra programa yeni dersler ilâve edilmiştir. I. Mahmud’un 15 Şevval 1152 (15 Ocak 1740) tarihindeki vakfiyesinde muallimhâneye bir de hat hocasının atama edilmiş olduğu görülmektedir. Yine I. Mahmud’un anası tarafınca Galata’da yaptırılan mektebin vakfiyesinde “fenn-i kitâbette mahareti müsellem ve ta‘lîm-i meşk-i hatta âlim bir kimesne hâce-i meşk olup” denildiği gibi I. Abdülhamid vakfiyesinde de “bir hattat üstat” ifadesi yer almaktadır. Aynı padişahın 1195’te (1781) tesis etmiş olduğu Bâbıâli’deki Hamidiye Mektebi’nde Arapça ve Farsça da programa alınmıştı. II. Mahmud tarafından 1824’te çıkarılan ta‘lîm-i sıbyân hakkındaki fermanda ise en önce zaruri dinî bilgilerin öğretilmesi şart koşulmuş ve program şöyleki tesbit edilmişti: Mektep hocaları evlatları iyi bir biçimde okutup onlara Kur’an tâlim ettirecekler, peşinden evlatların istidadına nazaran tecvid, ilmihal okutacaklar, İslâm’ın şartlarını ve dinî kaideleri öğreteceklerdi.


Tanzimat’ın ilânından bir müddet ilkin 1838’de Umûr-i Nâfia Meclisi’nde mektepler için hazırlanan bir lâyihada mektepler minik ve büyük olmak suretiyle ikiye ayrıldı. Küçük mahalle mekteplerinde Kur’an öğretilmesi, camilerin tarafındaki büyük mekteplerde ise (sınıf-ı sânî) kulak dolgunluğu olması için Türkçe inşâ, Tuhfe-i Vehbî, Nuhbe-i Vehbi, Sübha-i Sıbyân benzer biçimde lugatlarla Birgivî’nin Risâle’si gibi kitaplar, ahlâk risâleleri okutulması, hat ve kitâbet öğretilmesi kararlaştırıldı. Ardından bu lâyiha Dâr-ı Şûrâ-yı Bâbıâlî’de ve Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye’de birtakım değişikliklere uğradı, sarf ve nahiv dersleri de programa dahil edilerek bu mekteplere rüşdiye ismi verildi. Tanzimat’ın ilânı arefesinde laf mevzusu mekteplerde elifbâdan başlamak üzere Kur’an, makale, ilmihal, hesap okutulurken programa sonraları tarih ve coğrafya da ilâve edilmiştir.


1846’da dört yıllık tahsil veren sıbyan mekteplerinde elifbâ, Kur’an, ilmihal, tecvid, Türkçe, muhtasar “ahlâk-ı memdûha” risâleleri okutuluyor, lugat, sülüs ve nesih yazılar öğretiliyordu. Tanzimat’tan sonrasında üç yıllık mekteb-i ibtidâî olarak etkinlik yayınlayan bu okulların programları elifbâ, Kur’ân-ı Kerîm, tecvid, ilmihal, ahlâk, sarf-ı Osmânî, imlâ, kıraat, mülahhas târîh-i Osmânî, muhtasar coğrafya-yı Osmânî, hesap ve hüsn-i hattan oluşmaktaydı.


1847’de ilk ve orta öğretimin işlerini uygulamak suretiyle Mekâtib-i Umûmiyye Nezâreti kurularak başına Sahaflar Şeyhizâde Esad Efendi getirildi ve sıbyan mektepleriyle rüşdiyeler ıslah edildi. 20 Nisan 1857’de bu nezâret müsteşarlığa dönüştü. 10 Şubat 1864’te Mekâtib-i Sıbyân-ı Müslime kuruldu. 1882’de bu daire Mekâtib-i İbtidâiyye ismini aldı.


Mekteplerin ilk örneği olan küttâblarda sadece adam çocuklar öğrenim görürken Osmanlılar devrinde kız çocuklarının da erkek çocuklarla birlikte bu ilk mekteplere devam etmesi dikkati çeker. Bununla beraber ancak adam yada kız çocuklarına ait sıbyan mektepleri de vardı. Sıbyan mektepleri hocalarına dair 1847 tarihli tâlimatta komplike mekteplerde kız ve adam evlatların yan yana oturtulmaması öneri edildi. 1858 tarihli bir sadâret tezkiresinde Maarif Nezâreti’nce Sultanahmet civarındaki yirmi altı sıbyan mektebinde kız ve adam öğrencilerin birbirinden ayrılması istenmektedir.


Sumerler’de öğrencilerin sıralara, eski Yunan’da iskemlelere oturmalarına mukabil İslâm mekteplerinde öğrenciler halkalar oluşturarak yere otururdu. Yahudi, Mısır, Bizans ve Japon mekteplerinde de öğrencilerin yere oturmuş olduğu bilinmektedir. Sıbyan mekteplerine başlama yaşı dört-altı içinde olurdu. Anadolu’da çocuklar daha ziyade dört yaşlarında okula verilirken İstanbul’da beş-altı yaşlarında okula başlanırdı. Tanzimat’tan ilkin küçüklere bir sanata verilmeden Kur’an ve ilmihal öğretilmesi emredildiği biçimde 1846’da piyasaya çıkan bir tâlimatla dört-beş yaşındaki çocukların ebeveynlerinin rızası ile okula gönderileceği, altı yaşını bitiren çocuklarını sıbyan mektebine göndermeyenlerin ise cezalandırılacağı bildirilmektedir. 1868 tarihli bir tebliğde herkesin altı yaşındaki çocuğunu okula göndermeye zorunlu edildiği görülmektedir.


Sıbyan mekteplerinin öğrenim müddeti 1846 tarihindeki tezkirede dört sene olarak belirlenmiştir. 1869 tarihindeki Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nde de bu müddet muhafaza edilmiş ve mektebe devam mecburiyeti yaşı erkek çocuklar için yedi, kız çocuklar için altı olarak belirlenmiştir.


Sıbyan mekteplerinin hocaları umumiyetle medrese mezunu olup cami ve mescidlerde imam-hatiplik yada müezzinlik meydana getiren kimselerdi. Kız çocuklarına mahsus mekteplerin hocaları ise Kur’an bilen, Sübha-i Sıbyân ve Tuhfe-i Vehbî benzer biçimde risâleleri okumuş yaşlı kadınlardı. II. Mahmud devrinde sıbyan mektebi hocaları medrese teşkilâtı arasında hususi bir eğitime tâbi tutulmaktaydı. 1868’de sıbyan mekteplerine hoca yetiştirmek suretiyle İstanbul’da bir dârülmuallimîn-i sıbyân açılmış ve ertesi sene hazırlanan Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nde ancak bu okullardan mezun olanların sıbyan mekteplerine hoca olabileceği belirtilmiştir. II. Abdülhamid döneminde ibtidâî mekteplerinin açılmasıyla sıbyan mektebi tabirinin yerini “mekâtib-i ibtidâiyye” almıştır. Bununla birlikte zamanımıza kadar camilerde ufaklıklara rahat dinî bilgiler verilen ve Kur’an okuma öğretilen yerlerin halk içinde sıbyan mektebi olarak adlandırılması geleneği devam etmiştir.


MİMARİ. Sıbyan mektepleri sıklıkla tek odalı ahşap yada kâgir yapılardır. Bir yanı sokak üstüne yerleştirilir, diğer cephesiyle oldukca kez küçük bir bahçeye açılırdı. Öğrencilerin su içme, tuvalet vb. Gereksinimlerini karşılamaya yönelik lüzumlu olan çeşme, helâ, depo gibi hizmet mekânları bahçe avlusuna müsait gelecek halde yerleştirilirdi. Bazı dershanelerin girişinde minik bir saçakla korunan, kiminde ise daha geniş, yarı aleni bir sınıf şeklinde olan, bazan bir seki halinde giriş önü mekânı bulunurdu. Dersler yazın bahçede veya eyvanda, kışın bir ocakla ısıtılan dershanede yapılırdı. Çoğunlukla kıbleye yönelik olarak inşa edilen mekteplerin açık yada kapalı kısımlarında ekseriya bir mihrap nişi bulunurdu. Dershaneye girilirken ayakkabılar çıkarılırdı. Pabuçluğun sınıf içinde yer aldığı durumlarda üstünde oturulan alanın döşeme seviyesi girişe gore yükseltilmiş olurdu.

Kare veya dörtgen planlı olan dershanelerin bir duvarında ocak bulunur, mekân alt ve üst pencerelerle ehil düzeyde aydınlanırdı. Dershane boyutları, yaptıran ferdin imkânlarına ve hizmet gereklerine göre büyüyüp küçülebilmekle birlikte yaklaşık kenar uzunlukları 5-7,5 m. Arasında değişmektedir. Dershanelerin duvarlarında kitap ve öteki gereçlerin saklandığı nişler de inşa edilirdi. Ders esnasında hoca minder üstüne, öğrenciler ise bir halka oluşturarak yere, çoğu zaman hasır serilmiş döşemenin üzerine oturur, rahle üstüne konulmuş olan kitapları okurlardı. Bazı hatırlı öğrencilerin ince minderlere oturmuş olduğu da olurdu. Dersini vermek durumunda olan her talebe hocanın veya yardımcısının önüne giderek hazırladığı bölümü okurdu.


İslâm dünyasında küttâb adıyla anılan mektepler yanında Memlükler devrinde Kahire’de yapılan ve “sebilküttâb” adıyla tanınan alt katı sebil, üst katı mektepten oluşan bir yapı tipi gelişmiş ve XIV. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren sayıları artarak sürmüştür. Osmanlı hâkimiyetinde de bu yapılar benimsenmiş ve Kahire’de fazlaca sayıda bu tip bina inşa edilmiştir.


Günümüze ulaşan en erken tarihindeki Osmanlı sıbyan mektebi binası Bursa’dadır. Yazlık bölüm olarak adlandırılan bir eyvanla ona bitişik kapalı bir dershaneden olup biten bu mektep, Sitti Hatun’un 864’te (1459-60) inşa edilen camisinin yakınında bulunmaktadır. Zengin taş bezemeli eyvan cephesiyle türünün seçkin bir örneği olan yapının aleni ve kapalı dershaneden oluşan plan şeması birçok sıbyan okulunda yeniden edilmiştir. Tek katlı olan bu tip mekteplerin üst örtüleri kâgir yada ahşaptır. Kâgir olanlarda eyvan kemerinin biçimi ve eyvanın önüne perçem gibi çıkan saçak (turre çatı) cepheyi zenginleştiren öğelerdir. Bazı mekteplerde ahşap çatıların zamanla yok olduğu görülmekle beraber İstanbul’da İskender Paşa Mektebi’nde olduğu benzer biçimde yıkılan çatının izleri cephelerde tesbit edilebilmektedir.


Sıbyan mektepleri bakımından en varlıklı kent İstanbul’dur. Buradaki Haseki, Kara Ahmed Paşa (Topkapı) ve Rüstem Paşa (Üsküdar) mektepleri Sitti Hatun’un plan şemasının ahşap çatılı örnekleridir. Yazlık dershanesi olan mekteplerde eyvan derslerin bahçeye açık olarak yapılmasına imkân veriyordu. Sıcak havalarda eyvanların geniş saçakları öğrencileri güneşin yakıcı etkisinden korurdu; Haseki Mektebi bu anlayışa güzel bir örnektir.


XVI. çağ boyunca kullanılan eyvanlı mektep tipinin kâgir türüne örnek olarak İstanbul’da II. Bayezid, Üsküplü Yahyâ Paşa, İskender Paşa, Mihrimah Sultan (Üsküdar) mektepleri verilebilir. Günümüzde Hakkı Tarık Us Kütüphanesi olarak kullanılan II. Bayezid Mektebi’nde eyvan önünde yapı boyunca uzanan ahşap bir saçak bulunmaktadır. Bu önemli yapıda kubbeyle örtülen kapalı dershanenin plan ölçüleri 7,90 × 7,70 metredir. Yazlık ve kışlık dershaneli bir başka mektep Yenibahçe’deki Şah Hûban Hatun Mektebi’dir. Kapalı bölümü ortalama 6,7 × 6,7 m. ölçülerindeki bu mektepte de eyvanın ve dershanenin önüne bütün yapının uzun kenarı boyunca idame eden tek eğimli bir çatı yerleştirilmiştir. Süleymaniye Külliyesi içinde yer edinen sıbyan mektebinde Mimar Sinan eyvan öğesini biraz değiştirerek kullanmıştır. Kubbeyle örtülü giriş mekânı, güney ve batı yönlerine oluşturulan kemerlerle eyvandan fazlaca bir gölgelik (baldaken) niteliği almıştır. Bu alanın güneşten korunması için bahçeye açılan kemerlerin önüne geniş saçaklar yapılmıştır.


Osmanlı mekteplerinde dershaneler genellikle zeminden birkaç basamak yükseltilerek rutubetten korunmuştur. Kubbe veya ahşap çatıyla örtülen bu yapıların duvarları kâgir yada ahşap iskeletlidir. Kare plan XVI. Yüzyılda yaygın olarak kullanılmıştır. Zeyrek’teki Zenbilli Ali Cemâlî Efendi Mektebi tek kubbeyle örtülen kare planlı mektep türünün yalın bir örneğidir. Yaklaşık 5,90 × 6,06 m. Ebadında olan dershanenin girişi önünde saçakla korunan bir alan bulunmamaktadır. İçinde Zenbilli Ali Cemâlî Efendi’nin kabrinin bulunduğu küçük avlu öğrencilerin ders aralarında dinlenebilmeleri için tasarlanmış olmalıdır.


Birçok kare planlı mektebin girişinde sütunlara oturan minik kubbeli yada revaklı bir bölüm bulunmaktadır. Mimar Sinan’ın eseri olan Sultan Selim Mektebi’nin giriş saçağı yanlara doğru genişleyerek giriş önünde gölgeli geniş alanlar sağlamaktaydı. Şehzade Mektebi’nin özgün giriş saçağının da benzer halde olduğu mektebin güney duvarı üstünde mevcut izlerden anlaşılmaktadır. Mimar Sinan, Süleymaniye ve Atik Vâlide külliyelerinin mekteplerinde dershane iç mekânını dikdörtgen olacak biçimde genişletmiştir. Bu amaçla kubbenin yanına düz atkılı yada tonozlu bir ünite eklenmiştir.


XV. Yüzyıldan itibaren birtakım mektepler zeminden iyice yükseltilmiştir. İstanbul Çemberlitaş’ta Atik Ali Paşa, Gebze’de Çoban Mustafa Paşa sıbyan mektepleri fevkanî olarak nitelendirilen bu gruba girmektedir. XVII. Yüzyılda meydana getirilen Kuyucu Murad Paşa, Sultan Ahmed, Çinili (Üsküdar) mektepleri de benzer düzenlemeye haizdir. Zemin katta yer edinen bir kapıdan girilen Kuyucu Murad Paşa Mektebi’nde dershaneye yapının içinden bir merdivenle ulaşılmaktadır. Çinili Mektebi’nde ise birinci kattaki dershaneye avludan üzeri açık bir merdivenle çıkılmaktadır. Zeminden yükseltilmiş mekteplerde dershaneler çoğu zaman kubbeyle örtülüdür. Bu grupta yer edinen Sultan Ahmed Mektebi muhtemelen bir depremde kubbesi yıkılmış olduğu için şu anda ahşap çatılıdır. Fevkanî mekteplerde musluk ve helâlar dershanenin alt katında yada kat sahanlığında yer verilmiştir.


Mimar Sinan’ın sıbyan mektebi mimarisine büyük katkısı olmuştur. Nitekim İstanbul’da sebil-küttâb birleşimine sahip en erken tatbik onun eseridir. Kahire’de fazlaca yaygın olan bu birleşimde zemin katta sebil, üst katta mektep yer verilmiştir. Osmanlılar Mısır’ı aldıktan sonrasında bu yapı tipiyle tanışınca benzerlerini İstanbul’da inşa etmişlerdir. Bu türün İstanbul’daki bilinen en erken örneği Mimar Sinan tarafınca Divanyolu üzerinde yapılmıştır. Mehmed Ağa Külliyesi’nin parçası olan sebil-küttâb, XIX. Yüzyılda Divanyolu’nun genişletilmesi esnasında yenilendiğinden sebil ve üstündeki mektep XVI. Yüzyıl karakterini kaybetmiştir.


Osmanlı Devleti’nin arasında bulunmuş olduğu ekonomik sıkıntılar sebebiyle XVII. Yüzyılda mektep yapımının kısıtlandığı görülmektedir. Bu dönemde inşa edilen tek katlı yapılara Ebülfazl Mahmud Efendi, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve fevkanîlere Kuyucu Murad Paşa, Sultan Ahmed, Çinili, Divitçioğlu mektepleri misal gösterilebilir.


XV. Yüzyıldan XVII. Yüzyılın sonlarına kadar sıbyan mektepleri klasik üslûpta yapılmıştır. Duvarları kesme taş veya almaşık örgülüdür. Fazla bezemesi olmayan bu binalar yangın ve depremler, ihmaller, dikkatsiz onarımlardan ziyan olmuş, emsalsiz bezemeleri, ahşap tavan ve saçakları bakımsızlıktan yok olmuştur. Taş bezemeler nisbeten daha iyi korunmuştur. Bununla birlikte emsalsiz ocak yaşmakları, bacalar gibi teferruat ender olarak günümüze ulaşabilmiştir.


XVIII. Asır yapılarında barok üslûbu önem kazandı. Altına dükkânlar yerleştirilen ve taş konsollar üstünde yükseltilen Amcazâde Hüseyin Paşa Mektebi (1112/1700-1701) bu dönemin habercisidir. Birçok mektep sebil veya çeşme yapıları üstünde yükseltilmiş, birinci katta dershane yanında küçük bir hoca odası oluşturulmuştur. Karaköy’de Kemankeş Mustafa Paşa Camii bitişiğindeki Reîsülküttâb İsmâil Efendi (1145/1732-33), Ayasofya avlusundaki I. Mahmud (1153/1740) ve Fındıklı’daki Zevkî Kadın (1169/1755-56), Bâbıâli’deki Tersane Emini Hacı Yûsuf Efendi mekteplerinde dershane yanında yada koridor sonunda bir minik mekân bulunmaktadır. Sütun başlıkları, ocaklar ve saçaklar barok üslûbundadır. Kornişler kirpi saçak şeklinde yada içbükey profillidir. Dershanelerin tonoz örtüleri dış kütleye yansımakta ve yapının genel görünümünde mühim bir rol oynamaktadır. XVIII. Yüzyılda oldukca tekrarlanan sebilküttâblara Seyyid Hasan Paşa (1158/1745), Recâi Mehmed Efendi (1181/1767), Şah Sultan (Eyüp) örnekleri verilebilir. Bu tipte zemin katta sebil, helâlar ve geçiş mekânları yer almakta, birinci kata merdivenlerle ulaşılmaktadır. Recâi Mehmed Efendi ve Şah Sultan mekteplerinde merdiven avludan üstü aleni olarak yükselmektedir. Dershane çoğu zaman dikdörtgen planlıdır ve aynalı yada tekne tonozla örtülüdür.


Bazı dershanelerde dikdörtgen planlı iç mekân biri küçük, diğeri büyük iki tonozla örtülmüştür. Nitekim Fındıklı’daki Zevkî Kadın Mektebi’nin dershanesinin girişinde dar bir tonozla örtülen bir bölüm vardır. Girişten ana mekâna geçişte iki sütun ve onlara dayanan üç kemerle mekân içinde sıra kemerli (arcade/arkadlı) bir geçiş oluşturulmuştur. Benzer iç mekân düzenlemeleri İstanbul’da XVIII. Yüzyıl Fener evlerinde de görülmektedir. Duvar örgüsü çoğu zaman taş-tuğla almaşıktır. Duvarların üst kesimlerinde kuş köşklerine yer almıştır. Duvar yüzeylerinde ve pencere alınlıklarında sıva ile yapılmış geometrik desenli kabartma derzlemeler mevcuttur.


XVIII. çağ mekteplerinde dikdörtgen plan oldukca kullanılmıştır; Şebsafâ Kadın Camii tarafındaki mektep dershanesi köşeleri pahlanmış dikdörtgen planıyla ilgi çekici bir örnektir. 1201’de (1787) meydana getirilen mektebin dershanesine minik bir holden geçilerek ulaşılmaktadır. Helâ dışta hol kütlesine bitişik konumdadır. Plan ölçüleri ortalama 5 × 8 m. Boyutlarındaki dershanenin üstü bir tonozla örtülmüştür. 1950’lerde Mustafa Kemal Atatürk Bulvarı’nın açılması esnasında yol seviyesi yükseltildiğinden yapının çevresiyle olan ilişkileri değişikliğe uğramıştır. 1176’da (1762) yapılan Koca Râgıb Paşa Külliyesi arasında yer edinen fevkanî mektep ise benzeri olmayan bir iç mekân düzenine haizdir. Dershanenin yaklaşık 5 × 6 m. Ebatlarında olan orta mekânının üstünü bir aynalı tonoz örtmektedir. Kemerli sütunlarla orta mekân yanlara doğru açılmış, kullanılan alan iki kat büyütülerek 5 × 12 m. Ebatlarında olan uzun bir derslik elde edilmiştir.


XIX. Yüzyılda ıslahat hareketlerinin bir parçası olarak devlet tarafınca askerî ve sivil okullar açılmış, öğrenim Avrupa’dan alınan modellere bakılırsa biçimlenmeye adım atmıştır. Geleneksel anlayışı yansıtan son mekteplerden birini II. Mahmud Cevrî Kalfa adına yaptırmıştır. 1819-1820’de Divanyolu üzerinde yükselen bu mektep zemin katındaki sebiller ve anıtsal tonoz örtüsüyle geç Osmanlı sürecinin dikkat çekici bir uygulamasıdır (bk. CEVRÎ KALFA MEKTEBİ). Osmanlı devri sıbyan mektepleri çocuklar için tasarlanmış bir yapı türünün örneksiz örneklerini oluşturmaktadır (ayrıca bk. DİA, XXIII, 258-259).


Mektep İlâhisi ve Gülbangi. Osmanlılar’da geleneksel olarak dört sene dört ay dört gün veya beş sene beş ay beş gün benzer biçimde kalıplaşmış rakamlarla belirlenen öğrenime başlama yaşına ulaşmış evlatların mektebe gitmeleri dolayısıyla düzenlenen törenlere “âmin alayı, bed’-i besmele cemiyeti, mektep cemiyeti, dua cemiyeti” gibi isimler verilmiş, bu törenler esnasında okunan ilâhiler güfte mecmualarında “mektep ilâhisi” ismiyle kaydedilmiştir. Tören sonucunda belli bir eda veya makamla okunan duaya da “mektep gülbangi” denilir.


Âmin alayı töreni uğurlu sayılan pazartesi, perşembe veya kandil günlerine rastlatılır, o günün sabahı mahallenin bütün öğrencileri mektepte toplanır, ilâhi okuyacak öğrencilerle (ilâhi ekibi) ilâhiler okunurken muayyen yerlerinde yüksek sesle âmin diyecek olan öteki öğrenciler (âminciler) sıralanır, başlarına da ilâhici başı denen bir talebe geçerdi. Âmin alayı ilâhiler okuyarak mektepten okula yeni başlamış olacak çocuğun evine doğru yola çıkar, ilâhici başı bu sırada okunan ilâhileri ve alayı yönetim ederdi. Bu arada veliler ve mahalle sakinleri de alaya katılır, yol süresince gittikçe artan kalabalık mektebe başlamış olacak olan çocuğun evinin önüne gelirdi.


Ailenin durumu müsaitse hoca, kalfası ve ilâhi okuyan birkaç öğrenci mahalleden alaya katılanlarla beraber evin selâmlığına alınarak oturtulurdu. Rahlenin başına geçen hoca evladı karşısına alır, besmele çektirir, “rabbi yessir ...” duasını tekrarlatıp ilk ders olarak elif cüzünden elifbânın yer aldığı ilk sayfayı okutur, üç kere “rabbi zidnî ilmen” (yâ rabbi ilmimi arttır) âyetini söyletince hazır bulunanlar âmin derlerdi. Bir aşr-ı şerifin arkasından ilâhiciler ilâhi okuduktan sonrasında hocanın mektep gülbangini çekmesi ve dua etmesiyle törenin ilk safhası tamamlanır, hocaya ve öğrencisine hediyeleri verilir, davetlilere ikramda bulunulurdu. Ailenin sosyal durumuna nazaran bir âlim, şeyh yada devlet adamı da törene çayır edilirdi. Zengin aileler bazan diğer mekteplerin ilâhi takımlarını tutarlardı. Bu ilk törenin arkasından yeni öğrenci erkek ise midilliye, kız ise faytona bindirilip ailesi de alaya katılarak yine yola çıkılır ve tekrar ilâhiler okunup âminler çekilerek mektebe başlamış olacak bir öteki çocuğun evine gidilir, aynı merasim orada da tekrarlanırdı. Ailenin durumu evde merasim oluşturmaya uygun değilse öğrenci kapının önünde okunan ilâhiler ve yakarma ile mektebe uğurlanır, ondan sonra ilk derste benzer bir tören yapılırdı. Bir tekke çalışanının, özellikle şeyh ailesinden bir çocuğun mektebe başlaması sırasında evlerde icra edilen törenler tekkede yapılır, alay tekkenin önünden geçerken dervişanın da katılmasıyla nevbeye çıkılarak sancaklarla alay karşılanır, bu sırada mazhar, halîle, kudüm şeklinde sazlar eşliğinde nevbe vurulup ilâhiler okunurdu. Cemâleddin Server Revnakoğlu 1888’de Eyüp’te şahit olduğu bir nevbeyi aktarmaktadır (bk. Bibl.).


Mektebe başlama çağına gelmiş bütün çocuklar aynı halde evlerinden toplandıktan sonra âmin alayı büyük bir kalabalık halinde mektebe rotatif, avluda güftesi Şeyh Mehmed Bekrî’ye ilişkin sabâ makamındaki, “Kad fetehallāhü bi’l-mevâhib ve câe bi’n-nasri ve’l-meârib / Ve esbeha’l-kevnü fî sürûrin ve fî emânin mine’l-metâib” (Allah kullarına nice nimetler vermiştir ...) ilâhisi (şuğul) okunduktan sonrasında hocanın çektiği gülbangin ardından merasim yakarış ile son bulur (uzun bir dua metni için bk. Mehmed Fevzi Efendi, s. 65), talebeler sınıfa girerek derse başlanırdı. Âmin alayı töreni hemen her yerde aynı şekilde olmakla birlikte küçük yerleşim birimlerinde daha mütevazi uygulamalardan da laf edilmektedir. Öte taraftan ilâhilerin mahallî güfte ve bestelerle veya birtakım değişikliklerle okunduğunu söylemek mümkündür. Nitekim Yahya Kemal Beyatlı hâtıralarında Üsküp’te mektebe başlarken alaydaki çocukların, “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyü deyü” ilâhisini, “Çıkmış Tanrı melekleri bakar Allah deyü deyü” benzer biçimde okuduklarını belirtir.


Mektep ilâhilerinin bir kısmı güfteleri Yûnus Emre ve Niyâzî-i Mısrî’ye ilişik tasavvufî parçalardır. Aralarında ritmik ve coşkun bir edaya sahip, güftesi Arapça olan şuğullerin de bulunduğu bu eserlerin tanınmışları şunlardır: Güftesi Sultan II. Mustafa’ya ilişkin, “Yessir lenâ hayre’l-umûr” (Hayırlı işlerimizi kolaylaştır yâ rabbi) nakaratlı eviç ilâhi “Allāhü rabbî lâ-yezâl” (Töre, VII, 110-111); güftesi Yûnus Emre’ye, bestesi Zekâi Dede’ye ilişik, “Ne bahtlı ol şahıs kim okuduğu Kur’ân ola” matla‘lı hüzzam ilâhi; torununun mektebe başlaması dolayısıyla yine onun bestelediği, güfteleri Yûnus Emre’ye ilişik uşşak makamında, “Allah emrin tutalım / Rahmetine batalım” mısraıyla süregelen uşşak ilâhisiyle (Şengel, III, 69); hisar-bûselik makamında, “Yâ ilâhî sana geldik bizi mahzûn eyleme” (Töre, IX, 146-147); rast makamında, “Tövbe edelim zenbimize tübtü ilallah, yâ Allah” (Şengel, I, 87); acem-kürdî makamında, “Yâ ilâhî başlamış olalım ism-i bismillâh ile” (Töre, VIII, 143); hüzzam makamında, “Gel vücudun âteş-i aşk-ı habîbullaha yak” (a.G.E., V, 140-141) mısraıyla süregelen ilâhileri Zekâi Dede’nin notaları günümüze intikal etmiş bestelerindendir. Güftesi Yûnus Emre’ye ilişkin hicaz makamında, “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyü deyü” ilâhisiyle, “Bu aşk bir bahr-i ummandır buna hadd ü kenâr olmaz”; “Münâdîler nidâ eyler gelin Allāh’a mevlâya”; “İsm-i sübhân virdin mi var bahçelerde yurdun mu var”; “Yâ ilâhî zâtı pâkin hürmetine el-aman”; “Râhat-ı cân talep eder isen her seher Kur’ân’a bak”; “Yâ ilâhî bir bölük âciz kapına gelmişiz” ilâhileri kaynaklara intikal etmiş öteki mektep ilâhileri arasında zikredilebilir. “Gözüm ki kana boyandı şarâbı neyleyeyim” mısraıyla süregelen, güftesi Şeyh Saffet Efendi’ye ilişkin hüzzam makamındaki mektep ilâhisi (notası için bk. A.G.E., V, 141) Mehmed Âkif Ersoy’un “Âmin Alayı” şiirine esin kaynağı olmuştur. Ali Birinci, 1832 yılında okunmakta olan mektep ilâhilerinin güftelerini bir cönkten alarak bazı eksikliklerle beraber yayımlamıştır (bk. Bibl.). Bunun dışında bir kısım ilâhiler de Mektep İlâhîsi adlı bir kitapçıkta toplanmıştır (İstanbul 1325, 1332). Tanzimat’tan sonra halk içinde oldukça beğenilmiş olan, “Ey gāziler yol göründü tekrar garîb serime” ile, “Sivastopol önünde yatar gemiler” marşları da âmin alaylarında okunmuştur. II. Abdülhamid devrinde âmin alaylarında Batı mûsikisi esaslarına nazaran bestelenmiş birtakım marşların da okunduğu, bunların sonunda “padişahım oldukça yaşa” diye bağırıldığı bilinmektedir. Çocuk şarkılarının bulunmadığı dönemlerde bu maksatla kullanılan mektep ilâhileri Kur’an okumayı, Allah’ı ve Hz. Peygamber’i sevmeyi, ilim öğrenmeyi, güzel ahlâkı, vatan sevgisini, şehid ve gazi olmayı telkin eden güfteleriyle dikkat çekmektedir.


Âmin alayı töreninin sonunda çekilen ve mahallî birtakım farklılıklar gösteren gülbank metinleri yer yer değiştirilerek irticâlen bir nevi beste ile okunmuştur. Ancak âmin alayı geleneği ortadan kalktığı ve bu okuyuş tesbit edilemediği için notası elde bulunmamaktadır. Gülbankçi denen ferdin yada hocanın okuduğu bu gülbanklerden birinin metni şöyledir: “Allah Allah, illallah! Celîlü’l-cebbâr, muînü’s-settâr, hâliku’l-leyli ve’n-nehâr, lâyezâl, zü’l-celâl birdir Tanrı. Erin erliğine, Hakk’ın birliğine, dîn-i mübîn uğruna, şehid olan gaziler aşkına diyelim aşk ile bir Allah. Hay Allah Allah, dâim hay! (üç defa). Evveli Kur’an, âhiri Kur’an. Tebâreke’llezî nezzele’l-furkān. Eli kan, kılıcı kan, sînesi üryan, ciğeri püryan. Dîn-i mübîn uğruna şehid olan gaziler aşkına diyelim aşk ile bir Allah. Hay Allah Allah, dâim hay! (üç kez). Evveli gazâ, âhiri gazâ, inâyet-i Hudâ, kasd-ı a‘dâ, dîn-i mübîn uğruna şehid olan gaziler aşkına diyelim aşk ile bir Allah. Hay Allah Allah, dâim hay! (üç defa). Hacılar, gaziler, râviler; üçler, yediler, kırklar; gülbang-i Muhammedî, nûr-ı nebî, kerem-i Alî, pîrimiz, üstâdımız Hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn-i Velî gerçekler demine, devrânına hû diyelim, hûûu!”


Çok az farkla sünnet gülbangi olarak da okunan bu gülbangin öğrenimden fazlaca gazâ ve cihadı teşvik etmiş olduğu, şehid ve gazilerin unutulmaması gereğini vurguladığı görülmektedir. Bu konum mektebe başlamanın okumayı öğrenme konusunda atılmış ilk adım olması yanında çocuğun ileride vatan ve ulus için şehâdeti göze alabileceğinin ilk telkini olarak da kabul edilebilir. Gülbank metninde Hz. Peygamber ve Hz. Ali’den sonra gülbank geleneğinde pek yaygın görülmeyen bir halde Hz. Osman’ın adının anılması, onun okuma yazma bilmesi ve vahiy kâtiplerinden olmasının yanı sıra mektebe başlamış olan çocuğun okumaya Kur’an ile başlaması sebebiyle Kur’an’ı bir araya toplatması, nüshalarını yazdırıp İslâm dünyasının belli başlı merkezlerine göndermesiyle ilgili olmalıdır. Gülbank geleneğinin Bektaşîlik’ten doğarak yaygınlık kazandığına dikkat çeken Bektaşî dedebabalarından Bedri Noyan, gülbank metninde aslına bakarsak Hz. Osman yerine Hacı Bektâş-ı Velî’nin adının zikredildiğini, sonradan yapılan bu değişikliğin ise anlamsız ve yersiz olduğunu söylerse de yukarıdaki açıklama çerçevesinde bu iddianın isabetsiz olduğu anlaşılmaktadır.

Yorumlar

  1. Neden eski isimler değiştirildi yeni kuşaklara mektep desen ne olduğunu bilmesi mümkün değil

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

SAİD HALİM PAŞA

Napolyon ve Fransızların Mısır’ı İşgali