SAİD HALİM PAŞA


Kahire’de hayata merhaba dedi (19 Şubat 1864). Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu olup babası Şûrâ-yı Devlet üyesi Mehmed Abdülhalim Paşa’dır. Ailesiyle beraber 1870’te İstanbul’a yerleşti. İlköğrenimini hususi hocalardan yapmış oldu. Küçük yaşta Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce öğrendi. Üniversite tahsilini İsviçre’de siyasî ilimler alanında tamamlamış oldu. II. Abdülhamid tarafından kendisine sivil paşalık rütbesi verilerek 21 Mayıs 1888’de Şûrâ-yı Devlet üyeliğine tayin edildi. Görevindeki başarısından ötürü kısa zamanda Rumeli beylerbeyiliği pâyesine yükseltildi (22 Eylül 1900). Böylece sarayın ve padişahın gözde adamı oldu. Ancak onu çekemeyenler, Yeniköy’deki yalısında zararı dokunan evrak, ayrıca silâh bulundurduğu gerekçesiyle saraya jurnal ettiler. Bu olaydan sonra Şûrâ-yı Devlet’teki göreviyle ilgisini azaltıp yalısına çekildi. Bir yandan kitap okumakla, içtimaî ve tarihî incelemelerle, öteki taraftan eski eserleri toplamakla meşgul oldu.


1903’te Jön Türkler’le ilişkisi bulunduğu ileri sürülerek İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Önce Mısır’a, ardından Avrupa’ya gidip Jön Türkler’le direkt i·lişki kurdu, onlara maddî ve fikrî yardımcı verdi. 1906’da Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti’nin (1906-1907) müfettişliğine getirildi (Bostan, s. 23). II. Meşrutiyet’in ilânından sonra öteki İttihatçılar’la beraber İstanbul’a döndü. Şûrâ-yı Devlet’teki görevi yurt dışına çıkarılmış olmasına rağmen devam etmişti, ama 3 Eylül 1908’de Şûrâ-yı Devlet’te yapılan tensîkatta kadro dışı bırakıldı. Aynı sene belediye seçimlerinde İttihat ve Terakkî Fırkası listesinden Yeniköy Belediye Dairesi başkanı seçildi. Ardından İstanbul Belediye Genel Meclisi ikinci başkanlığına getirildi. 14 Aralık 1908’de II. Abdülhamid tarafından Âyan Meclisi üyeliğine belirleme edildi. Bu sırada Cem‘iyyet-i Tedrîsiyye-i İslâmiyye’nin (Dârüşşafaka) idare meclisi üyeliğine seçildi. Padişahın izniyle Âyan Meclisi üyeliğinden ayrılarak Paris’te İslâmcılık üstüne araştırmalarda bulundu.


1909’da Selânik’te yapılan İttihat ve Terakkî Kongresi’ne âyan üyesi sıfatıyla katılan Said Halim Paşa, 1912’de meclisin feshedilmesinden sonrasında kurulan Said Paşa kabinesine Şûrâ-yı Devlet reisi olarak girdi. Trablusgarp Savaşı esnasında İtalyan hükümetiyle sulh müzakerelerinde bulunmak üzere Lozan’a gönderildi (3 Temmuz 1912). 17 Temmuz’da Said Paşa hükümetinin görevden çekilmesiyle yeni hükümeti kuran Gazi Ahmed Muhtar Paşa görevini yenilemeyince görüşmeleri yarıda keserek yurda geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Aynı sene İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin genel sekreterliğine seçildi. Bâbıâli Baskını’nın arkasından kurulan Mahmud Şevket Paşa kabinesine Şûrâ-yı Devlet reisi olarak girdi (25 Ocak 1913), üç gün sonrasında da Hariciye nâzırlığına tayin edildi. 11 Haziran 1913’te Mahmud Şevket Paşa öldürülünce kendisine vezirlik rütbesi verilerek önce sadâret kaymakamlığına, ertesi gün de sadrazamlık makamına getirilen Said Halim Paşa, Hariciye nâzırlığını da üzerine aldı ve hükümeti kurdu (17 Haziran 1913).


Said Halim Paşa, sadrazamlığı döneminde özellikle Edirne’nin geri alınmasında ve Adalar meselesinde büyük hassasiyet gösterdi. Edirne’nin geri alınmasıyla alakalı çalışmalarından ötürü padişah tarafından kendisine Murassa‘ İmtiyaz nişanı verildi. 2 Ağustos 1914 tarihinde Almanya ile ittifak antlaşması onun yalısında yapılmış oldu. Sadâreti dönemindeki en mühim vaka, kendisinin onayı alınmadan Rusya’ya yapılan taarruz kararı Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesidir. Bu gelişimin peşinden sadâreti göstermelik hale geldi. 15 Ekim 1915’te Hariciye nâzırlığından istifa edince yerine Halil Bey (Menteşe) getirildi. İttihat ve Terakkî’nin 1913 ve 1916’da meydana getirilen kongrelerinde teşkilâtın genel başkanlığına seçildi. Ancak teşkilâtın başkan vekili ve kendi kabinesinin Dahiliye nâzırı olan Talat Bey’le aralarının gittikçe açılması neticesinde daha ilkin de çekilmek istediği, ancak padişahın ricasıyla idame etmek zorunda kaldığı sadâret makamından rahatsızlığını ileri sürerek ayrıldı (3 Şubat 1917).


Mondros Mütarekesi’nden sonra savaşın ve “Ermeni kırımı”nın sorumlusu olduğu iddiasıyla Dîvân-ı Âlî’ye verildi. 10 Mart 1919’da tevkif edildi ve Dîvân-ı Harb-i Örfî’de yargılandı. 28 Mayıs 1919’da İngilizler tarafınca ilkin Mondros’a, peşinden Malta’ya sürüldü. Malta’da Polverista esir kampında kapıldı. 144 arkadaşıyla beraber savaş sorumlusu ve “Ermeni kırımı”yla alakalı olarak bağlaşık mahkemelerinde yargılanmak istendiyse de kabahat işlediğine dair bir delil bulanamadığından 29 Nisan 1921’de Malta’da özgür bırakıldı. İstanbul’a dönme isteği sakıncalı görülüp reddedildi. İngiliz işgali altındaki Mısır’a da gidemediğinden Roma’da bir konak kiralayıp oraya yerleşti. 5 Aralık 1921’de konağın önünde Ermeni Arşavir Şıracıyan tarafından öldürüldü. Naaşı İstanbul’a getirildi ve 29 Ocak 1922’de II. Mahmud Türbesi bahçesinde babasının yanına gömüldü.


Çok okuyan, geniş kültür sahibi bir devlet adamı olan Said Halim Paşa kibar, alçak gönüllü, iyi ahlâklı, nazik ve dürüst bir kişi olarak tanınmıştır. İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin kuklası olmamış, toplum içerisindeki aşırılıkları frenleyen ve bilhassa Enver Paşa ile Cemal Paşa’yı balans halinde tutan bir politika gütmüştür. Cemiyetin önde gelenlerinin saygısızlıklarına karşı Sultan Reşad’ın yanında yer almaktadır. Siyasî şahsiyetiyle beraber mütefekkir kişiliği de büyük ehemmiyet taşıyan ve İslâmcılık akımının en önemli fikir önderlerinden kabul edilen Said Halim Paşa, Batı medeniyetini ve sosyal hayatını yakından tanımasına rağmen kendi kültür ve medeniyetine bağlı aydın bir düşünce adamı olarak kalmıştır.


Eserleri. Said Halim Paşa’nın çoğu zaman “Mehmed” imzasıyla yazıya döktüğü sekiz kitabı yanında hâtıraları, mektupları ve Dîvân-ı Âlî’nin sorularına yazılı olarak verdiği cevaplar bulunmaktadır. Kitapları hacimli olmamakla beraber derin muhtevaya sahiptir.


1. Taassub. 1910 senesinde Sırât-ı Müstakîm’de piyasaya çıkan “Taassub-ı İslâmî ve Ma‘nâ-i Hakîkiyyesi” başlıklı yazılarından kaynaklanır; kitap halinde 1917’de basılmıştır. Müellifin Fransızca kaleme aldığı eseri Tâhir Hayreddin Paşa çeviri etmiştir. Eserde Batı ile Doğu arasındaki düşmanlığın nedenleri irdelenmekte, Batı’nın müslümanlara isnat etmiş olduğu din taassubunun aslına bakarsak müslümanlara karşı meydana getirilen zulümlerin bir sonucu olduğu belirtilmektedir.


2. Mukallitliklerimiz (1911, 1914). Kitapta Batı’nın siyasî ve içtimaî müesseselerini yansılamak etmekle uğradığımız felâketler üstünde durulmakta, her değişikliğin ne olursa olsun iyi sonuçlar getireceğini düşünmenin bir gaflet olduğuna, bilhassa örf ve âdetlerin değişmesiyle gerileme ve çöküşün başlayacağına dikkat çekilmektedir.


3. Meşrutiyet (1911). Bu eserde de meşrutiyet idaresinin etkileri ve sonuçları incelenmekte, çeviri kanalıyla alınan bir anayasanın siyasî ve içtimaî hayatla bağdaşmayacağı anlatım edilmektedir.


4. Buhrân-ı İçtimâîmiz. 1916’da iki defa basılan yaratı 1918’de Sebîlürreşâd’da “Prens Said Halim Paşa” imzasıyla tefrika edilmiştir. Vaktiyle kuvvetli olan Osmanlı toplumunun çöküşü üzerinde duran Said Halim Paşa’ya göre topluluğun eski gücünü yeniden kazanabilmesi için ilimden önce ahlâk ve fazilete önem verilmesi gerekmektedir.


5. Buhrân-ı Fikrîmiz. 1917’de “Mehmed”, 1919’da “Prens Mehmed Said Halim Paşa” imzasıyla basılmış, ek olarak 9 Ocak 1919’dan itibaren Sebîlürreşâd’da tefrika edilmeye başlanmıştır. Eserde Türk aydınının Batı hayranlığının bir rahatsızlık olduğuna, bu hastalıktan kurtulmadıkça bağımsızlığın tehlikede kalacağına işaret edilmektedir.


6. İnhitât-ı İslâm Hakkında Bir Tecrübe-i Kalemiyye. 1918’de kitap halinde yayımlanan yaratı, 12 Eylül 1918’den itibaren Sebîlürreşâd’da “Akvâm-ı İslâmiyye’nin Esbâb-ı İnhitâtı” adıyla tefrika edilmeye başlanmıştır. Müslümanların geri kalmasının, bilhassa XIX ve XX. Yüzyıllarda felâkete düşmesinin sebeplerinin araştırıldığı eserde, Osmanlı aydınlarının İslâm toplumunda görülen aristokratik ve demokratik karakterleri geliştirmeye, millî kurumları, idare edenlerle edilenler arasındaki hak ve vazifelerin daha iyi anlaşılıp uygulanmasını sağlayacak biçimde ıslah etmeye çalışmaları gerektiği belirtilmektedir.


7. İslâmlaşmak. Paşa’nın mühim eserlerinden biridir. Mehmed Âkif (Ersoy) tarafınca Fransızca’dan tercüme edilerek 15 Kasım 1918’den itibaren Sebîlürreşâd’da tefrika edilmiş, aynı sene arasında kitap olarak da yayımlanmıştır. Eserde Müslümanlığın iman, ahlâk, toplum ve politika unsurlarını içerisine alan bir bütün olduğu tezi ortaya konmaktadır.


Said Halim Paşa’nın bu yedi risâlesi 1919’da 183 sayfadan oluşan bir kitapta toplanarak Buhranlarımız adıyla basılmıştır. M. Ertuğrul Düzdağ tarafından sadeleştirilen eser 1973’te aynı isimle, 1991’de Buhranlarımız ve Son Eserleri adıyla, ek olarak N. Ahmet Özalp tarafından 1983’te Toplumsal Çözülme ismiyle yayımlanmıştır. Buhranlarımız arasında yer alan eserlerden bir kısmı “İslâmlaşmak”, “Meşrutiyet”, “Fikir Buhranımız”, “İslâm Âleminin Gerileme Sebepleri Üzerine Bir Deneme” başlıklarıyla İsmail Kara tarafınca sadeleştirilerek Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi isminde yapıt içinde neşredilmiştir (İstanbul 1986).


8. İslâm’da Teşkîlât-ı Siyâsiyye. Said Halim Paşa’nın Malta’da sürgünde iken yazdığı eser 1921’de Roma’da Les institutions politiques dans la société musulmane adıyla, ayrıca Paris’te çıkan Orient et occident dergisinde yayımlanmıştır. Sonraki yıllarda İngilizce ve Urduca olarak da neşredilen yapıt, Mehmed Âkif tarafınca Fransızca’dan tercüme edilip Sebîlürreşâd’ın Ankara’da çıkan sayılarında 1922 yılının Şubat-Mayıs aylarında “İslâm’da Teşkîlât-ı Siyâsiyye” ismiyle tefrika edilmiştir. Said Halim Paşa bu eserinde İslâmî müesseselerin Batı kurumlarıyla aynı özellikte olmadığını, İslâm’ın ayrı bir dünya görüşünün olduğunu belirtmekte; devlet başkanının ulus tarafınca seçilmesini, Meclis-i Meb‘ûsan’ın milletin elit kişilerinden oluşmasını ve bu meclisin hükümetin çalışmalarını denetlemesini istemektedir. Eser sadeleştirilerek N. Ahmet Özalp tarafınca İslâm ve Batı Toplumlarında Siyasal Kurumlar adıyla (İstanbul 1987), M. Ertuğrul Düzdağ tarafınca Buhranlarımız ve Son Eserleri ismiyle (İstanbul 1998) ve İsmail Kara tarafınca Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi arasında (İstanbul 1986) yayımlanmıştır.


9. Mektuplar. Said Halim Paşa, Malta’da sürgünde iken ABD Birleşik Devletleri Başkanı Thomas Woodrom Wilson, İngiltere Başbakanı Lloyd George ve Fransa Başkanı Georges Clemenceau’ya otuz sekiz sayfalık birer mektup göndermişti (bk. Bibl.). Mektuplarda Osmanlı Devleti’nin dünya üstündeki misyonu hatırlatılmakta ve Osmanlı’yı dışlayarak dünya barışını sağlamanın olası olmadığı bildirilmektedir.


10. Dîvân-ı Âlî Suallerine Yazılı Olarak Verilen Cevaplar. I. Dünya Savaşı yenilgisi üstüne Osmanlı Mebusan Meclisi’nde kurulan Dîvân-ı Âlî’de sorgulanan Said Halim Paşa’nın 5 Kasım - 21 Aralık 1918 tarihleri içinde Dîvân-ı Âlî’nin sorularına verdiği cevaplar Vakit gazetesinde tefrika edilmiş ve Harp Kabineleri’nin İsticvâbı adıyla yayımlanan kitapta da yer almaktadır (İstanbul 1933, s. 246-333).


Said Halim Paşa hâtıralarını kaleme almaya başlamışsa da ölümü dolayısıyla tamamlayamamıştır. Hâtıraların bir bölümü Sebîlürreşâd dergisinin 29 Haziran 1922 tarihindeki sayısında “Türkiye’nin Harb-i Umûmîye İştirakindeki Sebepler” başlığıyla neşredilmiştir.


Düşünceleri. Said Halim Paşa, çöküş yıllarında öne çıkan İslâmcı düşünürlerin baş temsilcilerinden biri olarak tanınmış olmakla beraber döneminin şartları arasında kaleme alınan ve bu biçimde değerlendirilmesi gereken eserlerinin günümüzde etkili olduğundan laf etmek pek olası değildir. İslâm âleminin bugün arasında bulunduğu vaziyet, kaynağını geçen asra göre bambaşka bir istikamette gelişen dünyanın oluşturduğu yeni meselelerden almaktadır; dolayısıyla Said Halim Paşa’nın eserlerinde dile getirmiş olduğu görüşler periyodunun tarihsel tanıklığını yapmaktan öteye geçemez. Böyle bir değerlendirme, kendisinin entelektüel kapasitesinin takdirle karşılanmasına mani teşkil etmese de o dönemde tartışılan mevzular ve ileri sürülen fikirlerin büyük bir kısmının bugün artık geçerliliğini kaybettiği açıktır. Said Halim Paşa fikirleri ve çözüm önerileri bakımından periyodunun diğer düşünürleriyle aynı dramı paylaşır: Batı karşısında İslâm âleminin geri kalmışlığı ve esarete sürüklenmiş hali; bundan kurtuluşun olası olabileceğinden derin bir şüphe duyularak ümitsizlik raddelerine gelen çıkış arayışları.


Said Halim Paşa, İslâm’da toplum ahlâkı ve hayatı, hürriyet, eşitlik, yardımlaşma ve sosyal sınıflar, demokrasi, vatan terimi, İslâm hukuku, anayasa, devlet idaresi, gelişme ve geri kalmışlık, eski ve yeni aydın, müslüman aydını, Batılılaşma taraftarı aydın gibi konulardaki görüşlerini, XIX. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren büyük ölçüde hıristiyan Batı’nın sömürgesi haline gelen İslâm dünyasının bu vaziyet karşısındaki ezikliğinin giderilmesi amacını taşıyan bir idealleştirme gayreti arasında anlatır. Mâzinin yüce ve üstün halinde hâlihazırın perişanlığına teselli aranması, o dönemdeki birçok düşünürün takip ettiği bir yol olmuştur. Fakat Batılılaşma’nın hedef olarak gösterilmesi de derhal hepsinin iştirak ettiği ortak bir kanaattir. Paşa da, “Milletçe ilerlemek ve yükselmek için mutlaka Batılılaşmamız icap eder, kurtulmak için her bakımdan Batı milletlerini taklide mahkûmuz” demekle beraber edinilen tecrübelerden hareketle Batı medeniyetinden reel anlamda istifade edilmesinin onun aynen uygulamaya sokulmasıyla mümkün olmadığını ileri süre gelir; dolayısıyla Avrupa medeniyetinin “millîleştirilerek” kendimize uygun hale getirilmesi gerektiği kanaatindedir (Buhranlarımız, s. 76-77).


Kadın-adam ilişkileri devrin münakaşa mevzularından olarak paşanın da önemsediği meselelerden biridir ve bu iki cins arasındaki eşitliğe, hanım hakları, kadın hürriyeti ve feminizm benzer biçimde akımlara karşıdır. Paşaya göre hiç bir uygarlık kadın hürriyetiyle başlamamış, aksine medeniyetlerin çöküşü hanımefendilerin hürriyetlerini tam olarak ele geçirmeleri nihayetinde olmuştur (Said Halim Paşa: Bütün Eserleri, s. 100). Bu akımlar takdir ve teşvik edilmesi gereken ulvî bir iş olduğu zannıyla revaç bulmaktadır. Said Halim Paşa bunun yanlışlığını vurgular. Toplumun geri kalmışlığının başka nedenleri olduğuna değinir ve aslolan etkenin eğitimdeki zafiyetten kaynaklandığını tesbit eder. Ruh ve ahlâkça yüksek fertler, İslâmî değerlerle yetiştirilerek oluşturulur. Toplumu gerçekleştiren fertlerin İslâmî esaslar dahilinde yaşamalarını ve şeriatı uygulamalarını bekler. Paşa etnik kimliğe bilhassa karşıdır. Dinî temellere dayanan bu görüşünün dağılmakta olan bir imparatorlukta daha yakın bir halde gözlemlenerek güçlendiğini ileri sürmek mümkündür. Kendi ifadesiyle İslâm ırkî özelliklere uymak değil onları kendine uydurmak durumundadır. Mahallî ve millî âdetlerin İslâm’ın içerisine girmesi cevabında İslâmî cemiyet nizamlarının da etnik ahlâka bakılırsa biçim değiştirdiğini, bu durumda İslâm’ın yansız ve milletlerarası olma hususi durumunu kaybettiğini ileri sürer.


Dönemin Türkçü düşünürü Ziya Gökalp, İslâm donanmasına millî devlet aşamasından sonra yönelmek gerektiği düşüncesindeyken, Said Halim Paşa, İslâm donanması idealini ön plana alır ve İslâm donanması olmadan millî birliğin kurulamayacağını savunur. İslâm beynelmilelciliğini zamanındaki sosyalizmin oluşturmak istediği beynelmilelciliğe benzetir. Millî kimliğini öne çıkaran bir bireyin İslâmî dayanışmaya ehemmiyet verdiği oranda iyi bir insan olacağı görüşündedir. İslâm âleminin büyük bir aile gibi bulunduğunu ileri devam eder ve İslâm’ın katı ve egoist milletçiliğe karşı olduğuna inanır.


Hâkimiyet anlayışını şeriata dayanmış olarak görmek isteyen ve millî iradeye dayanan bir hâkimiyet ilkesine karşı çıkan Said Halim Paşa’nın siyasî görüşleri de dolayısıyla İslâmî bir ebat taşır. Meşrutî bir idareyi kaçınılmaz görmekle beraber 1876 anayasasına hazırlanış nedenleri, amacı, hükümleri vb. Hususlar itibariyle karşı olan ve bunu “usûl ve âdât-ı kavmiyye ve efkâr-ı ictimâiyye ve siyâsiyyemize muvâfık” bulmayan paşa (Bülbül, s. 171), İslâm’ın toplum hayatında olduğu benzer biçimde siyasette de çeşitli parti ve sınıflar arasındaki rekabet ve muhalefete izin vermediğini anlatmaktadır. Bu inanış, gerçek durumların ifadesi olmaktan ziyade politika ve sınıf çatışmaları içindeki Batı karşısında idealize edilmiş bir dünya görüşünün takdimi gibidir. Batı karşısındaki geri kalışta dinin payının ne olduğunun uzun süredir yoğun bir tartışma konusu yapıldığı bir dönemde müslümanların geri kalmışlığının dinden değil kendilerinden kaynaklandığını ileri sürmesi doğru bir teşhis olmakla birlikte döneminde Batı’nın azameti karşısında geniş çevrelere pek de inandırıcı gelmemekteydi. Said Halim Paşa, 150 yıldır devam etmekte olan gerilemenin sebebini şeriat hükümlerine aykırı davranılmaya bağlayan 1839 Tanzimat Fermanı’ndaki gerekçeyi tekrarlarcasına İslâmî vazifelerin eski zamanlarda olduğu gibi gerektiği biçimde yerine getirilmemesini bunun sebebi olarak öne çıkarır. Ancak tekrar de maddî şartların bozulmuş olmasının Batı karşısındaki mahkûmiyetin ve sömürge haline gelişlerin esas sebebini teşkil ettiğinin idraki içindedir. Batı Doğu’nun zenginliklerinden istifade etmesini bilmekte, müslümanlar ise bilimlere yüz çevirdiklerinden cahillik nedeniyle bugünkü durumlara düşmüş bulunmaktadır. Sonuç olarak paşaya bakılırsa gerileme ahlâkî ve içtimaî değil yalnızca iktisadî yani maddîdir ve telâfisi mümkündür (Buhranlarımız, s. 249). Çaresi de nerede olursa olsun aranıp bulunması emredilen ilimdir (a.G.E., s. 255).


Batı ile İslâm arasındaki derin zıddıyet ve Batı’nın bunu taassup içinde ve bir düşmanlık halinde sürdürmesi geri kalmışlığı körüklemiştir. Batı’da müsbet ilimler gelişmenin anahtarı olmuş, Doğu ise son yüzyıllarda saplanıp kalmış olduğu metafizik ve felsefe dünyasından çıkma becerisini gösterememiştir. Batı’da öğrenim kabul eden müslümanların da bu sonuçta şeriatın oranı olduğu ve dinin ilerleme ve gelişmeye engel teşkil etmiş olduğu yanılgısı içine düşmüş olmaları meseleye ayrı bir vahamet katmaktadır. Bu vaziyet, üç dört yabancı dil bilgisiyle bütün eğitimini Avrupa’da yapmış ve uzun seneler oralarda kalmış bulunmasına rağmen kendisini bu gibi etkilerden müstesna kılan paşaya şaşırtıcı gelmektedir. Onun samimi görüşü İslâmî kurumların değişim kabul etmemesi, gelişme kabiliyetinden yoksun olmasından değil harika bir biçimde bulunmasından meydana gelmektedir.


Said Halim Paşa’nın imparatorluğun yıkılış aşamasında yetişmiş aydınların önde gelenlerinden biri olduğuna ve geride bıraktığı eserlerin devlet adamı kimliğini gölgelediğine şüphe yoktur. İmparatorluğun son döneminde yer aldığı yüksek siyaset sahnesindeki konumu nedeniyle, muharebeye giriş ve tehcir benzer biçimde hayatî konulardaki sorumluluğu itibariyle sorgulanıp, doğru bir yol takip edip etmediği sorusu ortaya atılmakla birlikte, “Bir milletin gerilemesi, ekseriya uzun bir hadiseler zincirinin ve insanlığın genel gelişmesinin bu cemiyetin içinde ve dışında meydana getirmiş olduğu birçok sebep ve âmillerin neticesinde ortaya menfaat” yargısına varması (a.G.E., s. 139), kendisine ele aldığı konuları genel anlamda bu anlamda işleme imkânı vermemiş olsa da yöntem olarak doğru yolda bulunduğunun göstergesi sayılmalıdır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEKTEP Ne Demek, Kelime Anlamı, Sözlük Anlamı Nedir?

Napolyon ve Fransızların Mısır’ı İşgali